Her şeyin büyük bir hoşluk ama sinir bozucu bir sakinlik ve kabullenmişlik içinde yaşandığı kasabada, bu renksizliği yansıtırcasına her şey gri ve tonlarıyla yaşanmakta. Günlük işlerini aynı rutin içinde yapan, birbirlerine aynı diyaloglarla seslenen insanlar; ancak biz dizinin gerektirdiği şeyleri yapabiliyorlar, fazlasını değil...
Hep güneşli bir hava, yağmur nedir bilmeyen insanlar, tuvaleti olmayan restoranlar ve kafeteryalar, ateşin yanmadığı, yangının çıkmadığı bir kasaba.
Dizi bir kurgu ama içindeki insanlar, kanlı-canlı yaşayan insanlar. Duygularını yaşamayı bilmeyen, sevgi, aşk, seks gibi insani güzellikleri tatmamış bir dizi filmin dublörleri olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.
Dizide Bud ve Mary-Sue Parker olarak yaşamlarını sürdürmeye başlayan iki kardeşin kasabaya adaptasyonu kolay olmayacaktır. Bud dizinin tüm bölümlerini izlediği ve replikleri ezbere bildiği için işi biraz daha kolaydır. Ancak Mary-Sue rolündeki Jennifer 40 yıl öncesine dönmenin yarattığı kültür farkını ve bunun zorluklarını yaşamaktadır.
Kasaba halkıyla iç içe yaşadıkça, karşılıklı etkileşimler de kaçınılmaz olmaktadır. Duyguları yaşayıp öğrenen kişilerin ruhları özgürlüğüne kavuştukça, gerçek renkleri de ortaya çıkmaktadır. Bu değişim bazılarını özgürleştirdiği için hoşlarına gitse de, bazı kasaba sakinlerinin ise pek hoşuna gitmeyecektir.
Pleasantville, özgün bir senaryoya sahip fantastik bir film olmakla birlikte bence oldukça devrimci bir yanı da var. Özgürlüğün olmadığı bir yaşamın gerçek olamayacağını tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuruyor. Birbirinin aynı, bir klişe gibi, sorgulamadan, düşünmeden yaşanan bir hayatın, aslında renklerden yoksun, tatsız tuzsuz bir yaşam olduğunu bizlere söylüyor.
Sanat, edebiyat, müzik gibi güzellikler keşfedildikçe yaşamları değişen ve güzelleşen insanlar; kente, o yaşama özgü önceden tahmin edilemezliği, sürprizi, renkliliği ve rastgeleliği getirirler. Artık sonsuz varyasyon ve hür iradeyle seçilen yollar ve olası sonuçlarına katlanma vardır. Tekdüzeliğin yavan ama kanıksanmış mükemmelliği ise yok olmuştur. Artık potaya atılan her top girmeyecek, her bowling atışı strike ya da spare ile sonuçlanmayacaktır. İçi boş kitapların sayfaları dolacaktır. Ancak her toplumda olduğu gibi değişikliği, yaşamın ve insanların çeşitliliğini sindiremeyen, bundan korkan insanlar da vardır Pleasantville'de. Kaos ve vandalizm baş gösterecek ve "Hoşkent" artık hiç de hoş olmayacaktır. Talan edilen sanat eserleri, yakılan kitaplar ve yasaklanan renkler, müzikler...
Film boyunca yakılan ve aşağıdaki görüntüde resmedilen kitaplar gerçekten de bir dönemler türlü sebeplerle Amerika'da yasaklanmış kitaplar. Bu yönüyle de sadece fantastik bir öykü olmaktan öte, ciddi bir özeleştiri de içeriyor Pleasantville.
Film ile ilgili yorumlar arasında "The Truman Show" ve "Back to the Future" filmlerinin buluşması şeklinde değerlendirmeler var. Ben de katılıyorum; dış dünyaya kapalı, küçük bir kasabada geçmesi "The Truman Show" filmini, zamanda yolculuk ile de "Back to the Future" serisini andırıyor gerçekten. Ancak, kesinlikle çok zekice ve özgün bir fikir ve bunun etrafında ustalıkla şekillendirilmiş bir senaryo olduğunu düşünüyorum. Yönetmen ve senarist Gary Rose incelikli bir iş çıkarmış.
Filmin başrollerinde usta oyuncu William H. Macy, "spiderman" serisinden de tanıdığımız Tobey Maguire, "dumb & dumber" filminden tanıdığımız Jeff Daniels ve "face off" filminden tanıdığımız Joan Allen var. Sinemanın klasikleri ve sinemaseverlerin de arşivlerine çoktan girmiş bu filmi kesinlikle tavsiye ediyorum.
Filmin fragmanı için tıklayınız