BIR ZAMANLAR BATIDA (1969)

04:03
Çoğu yaşıtım gibi ben de çocukluğum boyunca, pazar günleri televizyonda ‘kovboy’ filmleri izledim. Ailecek iştirak edilen bu pazar eğlencelerine sebep babam, kendi kuşağının tommiks-teksas okuyarak büyümüşlüğünden bahsederdi bize. Kovboy filmlerinin altın çağını yaşadığı o yıllarda (50 li yılların ortaları), filmlerle yetinmeyen çocuklar foto romanlara sarılıyorlardı anlaşılan.

Pazar sinemalarının birbirine benzeyen onlarca filmi arasında, nadir de karşılaşılsa, hatta tüm filmin belki küçücük bir parçasını bile oluştursa, şu iki temayı severdim (inanın vardı öyle filmler):

çocuk yaşında bir şekilde kızılderili kabilesine dahil olmuş ve onların geleneklerini benimseyerek büyümüş beyaz insanın hikayesi, ve kızılderili kıza aşık beyaz erkek. :)

Tarihte haksızca kapanmış bir sayfanın, tersine çevrilemiyeceğini bilmenin çaresizliği içinde...
bir kez olsun eşitlik sağlansın isterdim.
Western adı altında sınıflandırılan film türü zaten bana biraz da beyaz adamın çirkin zaferini meşrulaştırma çalışması veya bir tarih çarpıtma çabası gibi geliyor.

Lakin, bu türün içinde, (aslında bir yanıyla da dışında, ötesinde),spaghetti western’ diye anılan bir çeşit var ki, bu yaşımda hala severek izliyorum. Işte bu hafta hatırlatmak istediğim film, bu türün en bilinen örneklerinden: Bir Zamanlar Batıda.



Öncelikle kilit bir ismi, yönetmenin adını söyleyelim: Sergio Leone.
Bir Avuç Dolar İçin, Iyi Kötü Çirkin, Bir Avuç Dinamit, Bir Zamanlar Amerika gibi unutulmaz filmlerin Italyan yönetmeni 60’li yılların başında düşüşe geçen western tarzına yeni bir nefes olmuş [1]. Bir Zamanlar Batıda filminin senaryosunu üç büyük yönetmenin (Dario Argento, Bernardo Bertolucci ve Sergio Leone) yazdığı dikkatimi çekiyor. Filmin çarpıcı müziği Ennio Morricone’un eseri.
Film "Batida Kan Var" ismiyle de biliniyor.

Böylesine zengin bir filmi karikatürleşmeden anlatmanın zorluğunun farkındayım ama denemekten ne çikar?




-o-
Issız bir alanda kurulmuş, bomboş bir tren istasyonunda, 3 kovboyun, ‘birini’ beklediği ölümsüz açılış sekansı, aynı zamanda uzun bir giriş jeneriğidir [1].

Uzun bekleyişin ardından gelen trenden hiç yolcu inmez.
Üç kovboy tam gitmeye yeltediği anda, istastondan ayrılmakta olan trenin arkasından, beklenilen isimsiz kovboy ya da 'Armonika' (Charles Bronson) gizemli melodisiyle belirir.
Filmin ilk düello sahnesinden önceki konuşma çok uzun olmaz.



—Ya Frank?
— Frank bizi yolladı.
— Bana at getirdiniz mi?
— (kenarda bağlı 3 atı işaret ederek, ve pis pis gülerek)
Görünen o ki, bir at eksiğimiz var.
— Hayır. Fazladan iki tane getirmişsiniz.

Böylece daha filmin başında, başrol kalitesindeki 3 karakter sahneden silinir. Bu izleyiciyi saşırtır, algıyı açar, gizemi arttırır.


-0-
Diğer yanda, ‘ileriyi gören’ çılgın bir irlandalı, kimsenin tenezzül etmediği ıssız, uzak, ama üzerinde su kaynağı olan bir toprak parçasını (yüzlerce hektarlık büyük bir parça!) çok ucuza satın almış, buraya ‘sweetwater’ (tatlısu) ismini vermiş, ve yıllarca sabırla beklemiştir.
Neyi mi beklemiş? Bunu film ilerledikçe anlıyoruz.

Irlandalı göçmen o gün, bir ay önce şehirde tanışıp gizlice evlendiği yeni eşi Jill'i (Claudia Cardinale) beklemektedir. Fakat kutlama masalarını hazırladıkları sırada 3 çocuğuyla birlikte katledilir. Jill çiftliğe vardığında, Irlandali ve çocuklarını, kırmızı-beyaz kareli örtülerle süslenmiş masaların üzerine upuzun yatırılmış bulur. Hemen pılıyı pırtıyı toplayıp geldiği yere, şehre geri kaçacağı tahmin edilen kadın, beklenenin tersine, evlilikten dolayı artık kendisinin olmuş çiftliğe yerleşir.


O herhangi bir kadın değildir.


'Remarkable' bir kadın olduğunu film ilerledikçe anlıyoruz.
Jill’i görür görmez hemen vakıf oldugumuz bir şey var gerçi:
muhteşem güzelliği…:)


Bu arada hedef saptırmak amacıyla, cinayetin faili olarak, hapisten yeni kaçmış Cheyene (Jason Rabords) gösteriliyor. Cheyene’in suçlama hakkındaki yorumu dikkate değer:




— Herşeyi öldürebilirim ama bir çocuğu asla. Bu, rahip öldürmek gibi birşey…hem de Katolik bir rahip.

Çetesiyle birlikte cinayeti işleyen Frank (Henry Fonda) ise, başka bir gücü, yani parayı elinde tutan ve bölgede ilerlemekte olan demiryolu inşaatının patronu olan Morton’un (Gabriele Farzetti) adamıdır. Demiryolu inşaatı önüne çıkan ufak tefek engelleri temizleyen, ama aynı zamanda kontrol edilmesi zor bir adam.


Söylesene, hepsini öldürmen gerekli miydi? Sana sadece korkutmanı söylemiştim.
— Insanlar ölürken daha iyi korkuyorlar.


Olay örgüsü içinde birdenbire kadın kahraman Jill, üç erkeğin (Armonika, Cheyene ve Frank ) merkezine yerleşir. Konu kadının bırakıp gitmek istemediği mülk ve zengin olma hayali çevresinde döner gibi görünse de, Armonikanın Frank ile çok eskilere dayanan bir hesabı da olduğu aşikardır.

Tabii ki bir western filminde, bir hesabın kapatılmadan bırakıldığı görülmüş değildir.

Hesaplar kapatılır, ...
olması gerektiği biçimde…



-0-
Beni filme bağlayan unsurları sanırım şöyle ifade edebilirim:
Bu ve benzeri filmlerde anlatılanlar, her yönüyle mükemmel kahramanların değil ama anti-kahramanların (anti-héros) hikayesidir. Sözkonusu olan kişiler, bütün gün at tepesinde olduğu halde ütüsü bile bozulmamış tertemiz gömlekleri ve afilli şapkalarıyla yakışıklı, iyi kovboylar değil, hayatta kalma mücadeleleri, çıkar çatışmaları, kendilerine has değer yargıları, prensipleri, iğneli espri anlayışları ve romantizmi sergilenen anti-kahramanlardır. Yüze ve özellikle gözlere odaklı yakın plan sahnelerde, yüzlerinin her ayrıntısıyla ve özellikle de bakışlarıyla gerçek insanlar izleriz, mitleştirilmiş kahramanlar değil.

Bu filmlerdeki kovboylar, iyi veya kötüyü ak ile kara gibi net sergilemezler. Kötüler hep ve katışıksız kötü olmadığı gibi, kanatsız melekler de yoktur. Herkes, içinde iyilik ve kötülükten payına düşeni barındırır.
Kazananlar ve kaybedenler bariz bir şekilde çizilmez.
Hatta değişen çağ karşısında hemen herkes birşeyler kaybetmektedir.

Filmin alt metninde gizli, bir zamanlar batıda neler olup bitiyordu sorusunu ise kendimce şöyle yanıtlayabildim:

Bir zamanlar batıda, her şeyi göze alarak, ve gemileri yakarak oraya ulaşmış göçmen insanlar, tozu dumana katarak, var güçleriyle çalışmaktadırlar.

‘Bir salyangoz sürünürken, arkasında demirden iki iz bırakıyor’.

Atlantik kıyısından başlayan tren yolları, raylar uç uca eklenerek Pasifik’e doğru ilerlemektedir. ‘Demir atların’ yani ‘medeniyetin’ geçtigi her yerde kurulan ve hızla genişleyen kasabalar görürüz. Serbest girişimcilik, amerikan rüyasının olmazsa olmazıdır elbet. Ama silahların izin verdiği ölçüde...
Sermaye sahipleri ile iyi silah kullanan çetelerin kol kola olduğunu görürüz. Ve akabinde doğal olarak, yasaların uygulanabilirliği ve adaletin yasal yollardan sağlanmasındaki güçlük belirir.

Bugünkü süper güç ABD’nin genetiği bozuk tohumları baş döndüren bir hızla toprağa serpilip bol kanla sulanmaktadır.


Not: Henry Fonda’nın film boyunca yüz ifadesine özellikle bakışlarına yaptığı kötülükleri hiç yakıştıramamıştım. Sonradan Fonda’nın bu filmde ilk kez kötü adam canlandırdığını ve bunun izleyicide hafif bir şok bile yarattığını okudum. :)
Sonraki Yayın
« Prev Post
Önceki Yayın
Next Post »
Disqus
Yorumunuzu Ekleyin

Hiç yorum yok

İletişim Formu